Uşak Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece

Uşak Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece

Uşak Mutlu Son nazaran, bizim kuşağımız, Tanrının yokluğunu dolduracak bir şey bulamamıştı; ve büyük umutsuzluk içinde, Tanrı olmayınca yaşamın birtakım uğraşlar dizesinden başka bir şey olmadığını anlıyordu. Birkaç ay önce bu yazıyı ilgiyle okumuş fakat üzerime alınmamıştım. O sıralarda Tanrısız da mutlu olabiliyordum ve Tanrı adını, benim için tüm kutsallıkları taşıyan boşluğu belirlerken kullanıyordum. Hâlâ da Tanrının varlığını kabul etmek benzer biçimde bir isteğim yoktu ve sanırım, Tanrıya inansaydım, ondan nefret ederdim. Tanrının karış karış bildiği yollarda ilerlemeye çalışsaydım, onun lütfü olan rügzârlara kaptırsaydım kendimi, onun şaşmaz yargısına boyun eğseydim, varlığım budalaca ve gereksiz bir yükten başka bir şey olmazdı.

Uşak Mutlu Son benim sefil varlığıma gereksindiğine de kimseler inandıramazdı beni. Yahut böyle bir gereksinme duyuyorsa, benimle alay etmek için olurdu bu. Eskiden, büyüklerin bana yukardan bakarak eğlenmelerinin yaşamımı çocuksu bir oyuna dönüştürdüğü günlerde, Tanrının bir oyuncağı olmaya minimum bugünkü ölçüde karşı koyardım.” Doğumumdan bu yana beni ezmiş olan vazgeçilmezlikle yitip gidivermenin, kaprisle, yapma bir zorunluluğun o korkunç işbirliğini cennete, sonsuza dek büyümüş olarak yeniden karşımda bulsaydım; Tanrıya tapmak yerine lanetlemeyi yeğ tutardım.

Uşak Mutlu Son

Uşak Mutlu Son gözleri art niyetli bir iyilikle parıldayarak her şeyimi çalacaktı benden; yeryüzünü, yaşamımı, başka insanları ve kendi benliğimi elimden alacaktı. Ondan kopmuş, kaçmış olmamın büyük bir şans olduğuna inanıyordum. Peki öyleyse, neden umutsuz bir sesle, boyuna “Her şey aslalikten öte değildir” diye tekrarlıyordum? Aslına bakarsak, benim tutulduğum hastalık, çocukluk cennetinden çıkarılmış ve insanlar dünyasında da yerimi bulamamış olmamdı.

Beni reddeden bu dünyaya tepeden bakmak için, mutlak’ı seçmiş oraya sığınmıştım. Oysa şimdi, bir eyleme geçmek istesem, bir kitap yazmak istesem, kendimi anlatmak istesem yeniden dünyaya inmem gerekti; fakat nefretim bu yolu da kesmişti. Artık dört yanımda boşluktan başka bir şey kalmamıştı. Tüm sorun, henüz işe el atmamış olmamdı. Aşk, eylem, yazı yazmak; bütün icra ettiğim, bu fikirleri aklımda dolaştırmaktan ileri geçmiyordu. Soyut olasılıklara karşı soyut bir şekilde savaşıyordum ve gerçekliğin acınacak denli önemsiz olduğu kanısına varmıştım. Bir şeye tutunmak istiyordum ve bu belirsiz isteğin coşkunluğu beni hep yanlışlara gdolayıyordu. Bu belirsizliği, sonsuzluk için duyduğum istekle karıştırıyordum.

Ne kadar bilgisiz ve ne kadar dar ufuklara kıstırılmış olduğumdan şu kadarcık kuşUşaknsaydım, yoksunluklarım ve çaresizliklerim beni daha az üzerdi. Bir işim olaydı, benden mecburi olarak bir şeyler yapmam istenecekti. Bir şeyler yapacaktım, bunun ardı gelecekti. Parmaklıkları olmayan bir hapishanede yaşamı sürdürmenin en zor tarafı, kişinin, ufku kapatan perdelerin farkında bile olmayışı. Kalın, yoğun bir sis içinde yürüyor; üstelik bunun saydam olduğuna inanıyordum. Aramış olduğum, yitirdiğim şeyleıJı orda olduğundan haberim bile yoktu. Tarih, Uşakç gelmiyordu bana. İki Restorasyon mevzusundaki Vaulabelle’in kitabı haricinde, okumak zorunda kaldığım anılar, tarihler, hikâyelerin tümü, Matmazel Gontran’ın tarih dersleri şeklinde, anlam ifade etmeyen vakaların anlam ifade etmeyen bir arap saçı halinde bir araya getirilmesi şeklinde görünüyordu bana.